Gerek kendimize gerekse çevremizdeki tüm varoluşlara baktığımızda bütün varoluşların başka tüm varoluşlarla çeşitli biçimlerde, ayrılamaz bir bağı olduğunu fark ederiz. Bitkinin toprakla, suyla, dünyanın diğer gezegenlerle, güneşle, ayla; insanların ise tüm eşyayla ve bitkilerle bağı olduğu gibi, kendisiyle aynı düzlemde olan değişik insanlarla, değişik değişik bağları olduğunu gözlemleyebiliriz. Tüm bu gözlemler bize "birbirine bağlı olma, ilişkili ve alakalı olma" olgusunun varoluşun olmazsa olmazı, kaçınılamaz bir gereği olduğunu göstermektedir. Hatta bu" bağlı olma" gerekliliğin sadece eşyada ya da sadece insanda olmaması, tüm evrendeki tüm şeyler arasında olması da bütün evrende tılsımlı bir bütünlük oluşturmaktadır. İnsan dışındaki tüm varlıkların bağsal döngüsünde hiç bir sorun çıkmazken, insanın gerek eşyayla bağlarında, gerekse kendisiyle aynı düzlemde olan diğer insanlarla bağlarında (ilişkilerinde) çeşitli sıkıntılar görülmektedir. Mesela hiç bir çiçek "bak ona daha çok su verildi, benim güneşime engel koyuldu, böyle de haksızlık olmaz ki" şeklinde hayıflanmıyorken, modern zamanda her geçen gün insanların birbiriyle olan sorunları artmakta ve psikolojik yardım ofisleri sürekli birbirinden şikayet eden insanlarla dolmaktadır.
"Neden bana bunu yaptı; Ben bunu hak etmiyorum!", "Babam beni hep başarılı olduğumda sevdi, başarı yoksa ben de yoktum!", "Bütün hayatım boyunca içimde annemin o yönlendirici sesi kesilmedi, tüm hayatıma aslında o karar verdi"... bu ve bunun gibi insanın insandan kaynaklanan incinmelerini anlatan ve gözyaşlarıyla ifade edilen pek çok cümleyi burada örnek olarak kullanabilirim. Bağlarımız ve bağlanmalarımızla ilgili sorunlarımızdaki bu niceliksel çokluk ilk bakışta gerçekten çok anlamsız ve acımasız görünmekte. Bütün varlıklar bağlarıyla çok mutlu ve huzurlu görünüyorken, insan neden kendi bağlarıyla ilgili olarak bu kadar çok acı çekmekte? Bu soru çok uzun süre kafamı kurcaladı, neden böyleydi? Sonra kafamda cansız varlıklarda olduğu gibi insanların bağlarıyla hiç sorun yaşamadığı, herkesin birbirinin varlığından çok hoşnut olduğu, kimsenin kimseyi "asla" incitmediği, "asla " acı vermediği, "asla" haksızlık etmediği bir hayat tasavvur ettim; sonra da bu hayatta yaşamak isteyip istemediğimi sordum kendime. Lütfen siz de sorun kendinize böyle bir dünyada yaşamak nasıl olurdu? Bu dünyada biz nasıl insanlar olurduk? Sizin cevabınızı size bırakıp ben kendi cevabım üzerine düşünmeye başladım. Bu soruya benim cevabım ”hayır“ oldu; çünkü böyle bir dünyada yaşamanın bir ottan, kuştan, taştan farksız bir yaşam sürmek olduğunu farkettim.
Herşeyin aynı olduğu bizim deyimimizle "sorunsuz" bir ortamda bir varoluş asla tüm potansiyelini fark etme, test etme sansına sahip olamaz ve bunu fark edemeyen bir varoluşun da "fark etme " kabiliyetinden söz edilemez; yani farkındalık ve bilinci olmayan bir varlık ortaya çıkar ki bunun adı da "insan" olamaz. Aslında yaşadığımız bağsal çatışmalar bizim insan olabilmemiz, varoluşumuzun tüm katmanlarını keşfedebilmemiz için adeta kaçınılmaz görünmektedir. Bu çatışmalarda , diğerleriyle yaşanan problemli durumlarda insan için inkişaf ettirici, yönlendirici ve en vurucu olarak da kasıtlı durumlar söz konusudur. Burada kasıt sözcüğünü özellikle önemsiyorum çünkü kasıt kısmını ortadan kaldırırsak bu çatışmalar ve sorunlar gerçekten anlamsız, boş ve hiç olur dolayısıyla da insanlar için "işkence" olur. Çünkü çoğu zaman diğerlerinden yana yaşadığımız haksızlıklarda somut, hakedilmiş bir taraf bulamayız eğer burada inkişaf ettirici (geliştirici problem) kastı fark edemezsek yaşadığımız problematik bizim için adeta bir hapishaneye dönüşür ve olayın bize işaret ettiği kastı bulmak yerine ümitsizce yasadığımız haksızlık için kendimize acımaya başlarız ve bu acıma süreci aslında yaşadığımız travmadan daha büyük bir acıya sebep olarak bizim gelişim sürecimizi sekteleyip yaşamdaki bazı olayların içinde hapsolmamıza ve tüm hayata o noktadan bakmamıza sebep olmaktadır. Ama inkişaf ettirici kastı farketmek ya da bulmak için çabalamak bizi hem yaşadığımız travmadan çıkarır hem de diğerlerinin üstümüzdeki tüm yükünü alıp bizi özgür bireyler haline getirebilir.
Bu noktada varoluşun en sancılı sorusu giriyor devreye: "Ben tüm acılarına rağmen bir insan olmayı mı yoksa bir taş, kuş ya da nesne olmayı mı tercih ederdim?", bu sorunun kaçınılmaz devamı, “Farkında olmayı mı isterdim yoksa bihaber olmayı mı isterdim?”. Burada duyguları devreye sokmak istiyorum çünkü varoluşun farkındalığına ayınedarlık edenler onlar. Hadi hatırlayalım farkındalıklarımızı; farkındayım aşık oldum, farkındayım harika bir meyve yedim, farkındayım sevildim, farkındayım hediyelendirildim, farkındayım bu dünyada pek çok güzellik var, farkındayım çiçekler çok güzel görünüyor, farkındayım bebekler çok güzel kokuyor, farkındayım iki cins arasında hiç bir tarifle anlatılamayacak hazlı bir çekim var, farkındayım güneş çok güzel doğuyor, farkındayım çok lezzet var, ama farkındayım her sevdiğimde elde edemiyorum ama farkındayım herkes benim istediğim ya da hak ettiğim gibi davranmıyor ama farkındayım annem bana merhametli davranmadı ama farkındayım dünyada çok haksızlık var ama farkındayım tüm bunlar çok içiçe...
Birini farketmem diğerini farketmeme engel olmuyor, engel olmadığı gibi biri diğerinin farkındalığının keskinliğini ve değerini arttırıyor, bana insan olduğumu hatırlatıyor, mükemmeli tek başıma elde edemeyeceğimi, acziyetimi hatırlatıyor. Ama farkındayım acziyetimi bilmek beni koruyor, haddimi bilmek beni rahatlatıyor, beni özgürleştiriyor. Farkında olmayımı istersin, yoksa varoluşuna acıyarak tüm farkındalıklarını öldürerek nesneleşmeyi mi? Ben tüm acılarına rağmen varoluşu ve farkındalığı seçiyorum; terapi ofisimdeki insanları muhteşem kokulara, renklere ve görüntülere sahip güller olarak imgeleştiriyorum. Bu güllerin en muhteşem yapraklarını büyük acılardan sonra açtıklarını gözlemleyebilmek çok büyük bir lütuf! Rabbim lütuflandırdığın için.
Çok teşekkürler...
Psikolog Arzu Tatlı